Sıfır Sayı – Umberto Eco

Sıfır Sayı, Mesleğini severek yapması, mutlu olmayı bilmesi ve etrafına yaydığı pozitif enerjisi ile benden ayrılan, yeni başladığı blogculuk kariyerinde çok kısa sürede çok önemli bir yere gelen ve gelecekte bu alanda sayılı kişiler arasına gireceğine inandığım, çalışma arkadaşım Bukalemine Arkadaşımın çok değerli yılbaşı hediyesi. Bu hediye beni çok mutlu ettiği ve değerli hissettirdiği için her zaman kitaplığımın baş köşesinde olacak ve tekrar tekrar okuyacağım bir kitap olacak. Bu vesileyle kendisine tekrar teşekkür ediyorum. Ve kitabı anlatmaya geçiyorum:

Kaybedenler, kendi kendini yetiştirmiş kişiler gibi, kazananlara oranla çok daha geniş bir bilgi ağına sahiptirler; Kazanmak istiyorsan tek bir şey bilmen, her şeyi bilmekle zaman yitirmemen gerekir. Derin bilginin hazzı kaybedenlere özgüdür. Biri ne kadar çok biliyorsa, işleri o kadar ters gidiyor demektir. (Sıfır Sayı, Umberto Eco. S.21)

Daha önce Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanını okumuş ve polisiye türünü tarihle birleştirmesi, dilinin akıcılığının yanında dönemin toplumsal yapısını bir tablo estetiği ile tasvir etmesi beni büyülemişti. En beğendiğim kitaplar arasındaydı hatta sevdiklerime hediye edecek kadar değerli bulmuştum.
Zaman geçti ve işin aslı ben çok değiştim. Eskisi gibi bir çırpıda okunacak kitaplar beni cezbetmiyordu artık. Üzerine kafa yorabileceğim, tabiri caizse üzerinde düşünürken beynimden dumanlar çıkartacak zorlukta kitapları seviyordum artık. Bilimsel gerçekleri anlatacak ve ya en azından bana bilmediğim yeni bir şey öğretecek ve bu bilgiyi sadece beynime değil vücudumun her hücresine işletecek kitapları seviyordum.
Dolayısıyla korktum biraz, çalışma arkadaşımın hediyesi olan bir kitap hakkında olumsuz bir izlenim edinmekten korktum. Neyse ki durum tam olarak öyle değil.
Kitabı elime ilk aldığımda, kapak yazısındaki şu cümle dikkatimi çekti: Bir “kaybeden” olan Colonna (50), gazeteci Simei’den bir iş teklifi alıyor…
Hmm… Kaybeden, gazeteci, kaybeden, iş teklifi…
Kafamda bu kelimeler kovalamaca oynarken belki de şunu düşünüyordum:” Allahım nolur bir kişisel gelişim kitabı olmasın. Kaybeden konusunda sıkıntı yoktu. Çünkü ben de kendimi kaybeden kategorisine koyan biriyim. O bakımdan kitabın ilgimi çekmesi gerekiyordu, öyle de oldu ama beklentim bir kişisel gelişim kitabı değil de Dostoyevskinin Yer
Altından Notları ya da Suç ve Ceza tarzı bir kitap bekliyordum doğrusu. Aksi bir şey beni hayal kırıklığına uğratırdı.
Çok uzatmadan kitaba dönelim. Bir kaybeden olan Colonna, dönemin popüler dili Almancayı bildiği için üniversite eğitimi almaya gerek duymamış, çeviri yaparak geçimini sağlamış ve yeri geldiğinde başkaları için kitap yazarak geçimini sağlamıştı. Bu mesleğin diğer adı “hayalet yazarlık”. Elli yaşına geldiğinde de hayatının iş teklifini alır. Kapak yazısında da dediği gibi bir gazeteci olan Simei ona bir yıl boyunca hazırlanacak ama asla yayınlanmayacak olan bir gazetede çalışmak üzere bir iş verir. Tüm hikaye de burada başlar.

Bak, kararsız değilimdir ama ne yapmak gerektiğini anlamak için bütün verileri eşleştirmek gerekir. Tek bir veri bir şey demez, hepsi bir araya geldiklerinde sana ilk bakışta belli olmayan bir şeyi gösterirler. Senden saklamaya çalıştıkları şeyi Göz önüne koyman gerekir. ( Sıfır Sayı s. 42)

Kitabın bu bölümü, gazetecilik hakkında veya medya okuryazarlığı halkkında çok bilgisi olmayanlar için bir el kitabı niteliğinde. Gazetelerin nasıl çalıştığını, kimleri memnun etmek için haberlerin nasıl seçildiğini ve nelere dikkat edildiğini bir bir anlatmış. Buradan size şaşırmayacağınız bir bilgi aktarıyorum: Gazetelerin dikkat ettiği son nokta gerçek haber yayınlamak. Şaşırmadınız değil mi?
Hikayenin devamında Umberto Eco, kendi tarzının belirgin özelliklerini bir bir göstererek, tarihi polisiye bir tarza dönüş yapıyor. İş arkadaşının Musolinin ölmediği teziyle araştırmaya girişmesi, bunu temellendirirken yaptığı açıklamalar ve girdiği maceralar hikayenin tırmanma bölümünü oluşturuyor. Bu arada hikayeye Türkiyede Bozkurtlar yapılanmasıyla bilinen Gladio yapılanmasının kısa bir tarihçesi ve giriştiği faaliyetler
Musolini sarmalı ile anlatılıyor. Tabii, hikaye burada zirve yapıyor.
Kitabı okuyacaklar için fazla detaya girmiyorum. Sonuç olarak, kitap bir roman olmasına rağmen sizi tarihin bilinmeyenlerine bir yolculuğa çıkarıyor ve yakın tarihi araştırmanız için sizi güdülüyor. Diğer taraftan medyanın çalışma prensibi hakkında avuç dolusu fikriniz oluyor, hatta bu konularda entellektüel tartışmalara girebilecek bir seviyeye geliyorsunuz diyebilirim.
Bu güzel kitabı okumama vesile olduğu için Bukalemineye bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum…